D.K. Günseli, ben buraya bayıldım, ne güzel bir yer burası.
G.K. Teşekkür ederim. Evet, burası Nişantaşı’nın en nadide evlerinden biri. Aynı zamanda kapıları kapattığın zaman dünyayla alakanı kesebilir, yepyeni kendi hayallerinle başbaşa kalabileceğin bir apartman dairesi. Yerin altında olması çok güzel. Ve fare tıkırtıları harika bir şey…
D.K. Gerçekten mi!
G.K. Nişantaşı fareli bir mahalledir. Herkes onu söyler. “Kedi buldun mu, pis de olsa, onu kovma sakın. Fareler için gelirler” derlerdi. Ve gerçekten öyleymiş. Benim parkelerimin altında fareler yaşıyor. Gece olduğu zaman “tıkır, tıkır, tıkır” tıkırdamaya, koşturmaya başlıyorlar. Ama kışın. Yazın, kesinlikle bahçeden çıkıyorlar ve kediler herhalde onları hallediyor. Ben gözümle görmedim. Farelerin tıkırtısı baştan beni biraz rahatsız etti ama, istediğin kadar zehir at, onların tıkırtısı devam ediyor.
D.K. Onlarla arkadaş mı oldunuz?
G.K. Evet, onlarla artık arkadaşlık ediyorsun. Bu da bir ritüel oldu benim hayatımda. Gelen misafirler biraz tedirgin olmakla beraber, “acaba oradan mı çıkacak, buradan mı çıkacak?” diye… Ama bu hiç bir zaman olmadı… Böyle bir şey yok. Apartmanın içinde de yok. Ama bunun altında bir dehliz var. Zaman zaman “tık, tık, tık”, cik, cik, cik” diye sesleri çıkıyor.
D.K. Hayvan sever misin?
G.K. Benim kedi, köpekle fazla aram yoktur. Hayvan sevgisinin çocuk yaşta gelişmesi lazım galiba. “Nefret ediyorum” diye bir şey yok.
D.K. Ama, bayılmıyorsunuz.
G.K. Evet. Koynumda yatırmam yani. Bahçede komşuların kedileri geliyorlar. Ama benim sevmediğimi, biraz tedirgin olduğumu bildikleri için, mesela yazın eve girmiyorlar. Kapıda bekliyorlar ve bana ters ters bakıyorlar. Ben de onlara şöyle bir “ters ters” bakıyorum. Ve hikâye orada bitiyor.
D.K. Buraya senin enerjin yayılmış gibi. Gelenler her halde kendini çok iyi hissediyor.
G.K. Evet, benim enerjim çok iyi burada. Buraya gelenler gerçekten mutlu oluyor ve gitmek istemiyorlar. Burası misafirhane gibi bir şey.
G.K. Evet. Koca bir salon ve bu salonda beni yaşatacak her şey var. Bahçe var ve o bahçede kocaman bir kiraz ağacı var. Kiraz ağacı Nisan ayında bir çiçek açıyor, ardından da bir kiraz veriyor. Bir de fındık ağacı var. Ve bir sürü de bitkim var. Çiçekler, böcekler, çimenler falan… Nisan sonunda herhalde bahçede yaşamaya başlıyoruz. Gözümü açtığım anda kapıları açıyorum ve koltukların üzerine yatıyorum. Gece, zaten sabaha kadar kapılar açık. Böyle devam ediyor.
D.K. Bu kadar insan geliyor, gidiyor. Sen ev hanımı tipi değilsin ama, var mı bazı marifetlerin?
G.K. Ne zaman ev hanım oldum? Bunu yazar mısın bilmiyorum ama, evde ekmek çeşitleri, peynir çeşitleri. Süt de sağ olsun. Bu Nişantaşı’nın bir güzelliği de, mahalle hayatı yaşanıyor. Bir telefonla suyundan, meyvenden peynire kadar her şey geliyor. Market alışverişini bile manav yapıyor. Diyorum ki “hayatım, hazır gelirken marketten şunları, şunları da getirir misin?” “Tamam ablacım” diyor, getiriyor. O konuda hiçbir sorunum yok.
D.G. Gelenler de eli boş gelmiyordur…
G.K. Genelde tatlı geliyor, biliyorsun. O nedenle, sağlığımı ve cildimin güzelliğini gerginliğini ona borçluyum!
D.K. Bizim seninle bazı denemelerimiz oldu. Bu denemelerin sonucunda senin kilon azalmadı, bizim dostluğumuz arttı. Ben de çok mutluyum bundan. Şunu hissediyorum sanki: O beslenmek, beyni de besliyor mu? Çünkü, senin özgür olman ve yaratabilmen için hiç bir şekilde sınır koymaman lâzım. O nedenle, bir diyet çerçevesi içine girdiğinde, acaba bu yaratıcılığını etkiliyor mu?
G.K. Tabiî. Ben çöküyorum. Esasında, sağlığım yerine geliyor diyet yaparken. Sabah fiziken daha dinç kalkıyorum ama, çalışırken bir şeylerin kuralları olması benim sinirlerimi bozuyor. Benim çalışmadığım zaman içerisinde, sporumu yapıp, diyetimi yapıp, onu bir alışkanlık haline, sonra da yaşam tarzı haline getirmem lazım. Bunu defalarca denedim ve başardım. Bu konuda bir sorunum yok. Ama benim boş vaktim yok. Devamlı ürettiğim için, diyete ayak uyduramıyorum. Örneğin, detoks yapmak istiyorum. Veya yürüyüş yapmak istiyorum. Mümkün değil. Çünkü benim deli gibi çalışmam lâzım. Yürüyüş yaptıktan sonra benim istirahat etmem lâzım. Çünkü, yaşımız da yirmili-otuzlu yaşlarda değil. Daha yavaş bir hayat yaşamak lâzım. Eğer ben sabah 5’e kadar resim yapıyorsam ya da araştırma yapıyorsam, o gün benim sabahın dokuzunda şehrin bir yerinde bir toplantım veya üniversitede dersim ya da Topkapı Sarayı’nda toplantım varsa, ben çalışma hayatımla diyeti bir arada götüremiyorum. Kurallı yaşamım yok. “Sabah sekiz, akşam beş” yok. Ben, 24 saat üreten biriyim ve hakikaten çok yoruluyorum. Vücudum yoruluyor. Beynim çok dinç.
D.K. Ürettiğin için, beynin yoruluyor diye düşünürdüm.
G.K. Hayır, vücudum yoruluyor. Çünkü, indiriyorsun, kaldırıyorsun, gidiyorsun, geliyorsun. Bedenim yoruluyor, beynim her zaman dinç.
D.K. Çok yorgunum, perişanım. Bana enerji veriyor” diyeceğin, aklına ilk gelen yiyecek ne?
G.K. Yiyecek değil ama içecek var. Limon, zencefil, karanfil, tarçın. Bunu sıcak suyun içersinde bardak bardak içmek benim en büyük mutluluğum.
D.K. Çok iyi.
G.K. Vücut onu istiyor zaten. Meselâ, kırklı yaşlardan sonra çay ve kahve istemiyor vücut. Ben ellili yaşlardayım.
D.K. Buna vücudun ihtiyacı yok.
G.K. Kafeine ihtiyacın yok. Meselâ sigara hikâyesi de… O da azalmış durumda. Zaman zaman bırakıyorum. Nadiren içmeye başladım. Hiç içmediğim günler de oluyor. Uzun süre de içmiyorum. Toksin istememeye başladı vücudum. O benim içtiğim limonlu zencefilli… zaten zencefili her yediğim şeye koyuyorum.
D.K. Zencefil senin ruhsal baş tâcın.
G.K. Bana mutluluk veriyor. Bir de Amasya elması. Onu kıtır kıtır yemek… Bir galeta, peynir ve Amasya elması yemek bana çok büyük bir mutluluk veriyor. Zaman zaman, avokadoya ihtiyacım oluyor. “Ben avokado yemeliyim” diyorum. Vücudumun sesini dinliyorum. Bu kıvırtmak değil. Uydurmak da değil. Sesini dinleyip, “sabah ne yemeliyim?” meselâ. Soya sütü.
D.K. Bunu yatakta mı düşünüyorsun?
G.K. Yatakta. Kalkmadan önce “ben ne yemeliyim?” diye düşünüyorum. “Ben bir su içeyim. Sonra da soya sütü. Biraz da yulaf yiyeyim” . Meselâ yulafla soya sütü birbirine çok yakışıyor.
D.K. Evet, onu beraber bulmuştuk.
G.K. Evet, seninle tahlil etmiştik. Genelde bütün diyetisyenler ne istediğimi soruyor. Hepsi benim arkadaşım.
D.K. Evet, biliyorum.
G.K. O kadar güzel insanlar ki, hiç biriyle sorunum yok. Herkes dalga geçiyor. Arada bir bir tanesi (ismini vermeyim) “sen kilo almışsın. Hadi gel, seni zayıflatayım” diyor. Sonra para da almıyorlar. Ben bir-iki ay gidip geliyorum. Dostluk yapıyorum. Esas amacımız, piyasada ne olup bitti? Ne dedikodular var? Bunlar bittikten sonra, “çocuklar, ben artık gelemiyorum” diyorum. ‘Sabah on yada öğleden sonra dörtte gel’ diyorlar. Ben mümkün değil bunu programıma alamıyorum.
D.K. Stres yapıyor.
G.K. Belki de özgürlük. Benim en sevdiğim şey özgürlük. En sevmediğim şey, kurallı yaşamak. Bir tek üniversitede kurallı yaşadım. “Şu gün şu saatte dersim var”.
D.K. Şu anda üniversitede hocasınız.
G.K. Bahçeşehir Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi’nde. Çocuklar çok seviyor. O çocuklarla biz müze, sergi geziyoruz. Bir sanatçının yaşamı, sanat nedir? Onu gösteriyorum.
D.K. Derse girip de, ders vermek gibi değil.
G.K. Hayır. Ben okulda ders yapmayı sevmediğim için.
D.K. Öğrencilerle ne yapıyorsun?
G.K. Ya atölyeye geliyoruz. Ya da, meselâ geçen sezon Pera Müzesi’nde Chagal’ın sergisi vardı. Ben Pera Müzesi’ni çok severim. Çocukları aldım, oraya götürdüm. Cheval sergisini gördük, Chagal’ı tanıdık. Ve sonra atölyeye geldik. “Ben Chagal’ım deyip, resim yaptık. “Hafızanızda ne kaldıysa, ‘ben Chagal’ım deyip o renklerle resim yapın’ dedim. Bütün boyalar, fırçalar çıktı. Burada otuz kişi vardı. Darmadağın oldu burası. O arada çaylar içiliyor, hamurlar yeniyor.
D.K. Hiç böyle bir hocam olmamıştı.
G.K. Olamaz. Atölyesine sokmaz ki… Ama, bende boya bol, fırça bol. Esinleniyorum. Sanat yaratıcılık ve o gençlerin hafızasında bir “work shop” kaldığı zaman, belki bu tür şeyleri çocuğu için düşünebilir. Hayatının en romantik, en sanatsal günü olarak, hatıra olarak kalacaktır. Bir sanatçının atölyesinde çalışma yapmak kolay bir şey değildir. Bu gençler sanatçı değil, ressam değil. İletişimde okuyorlar. Ben Topkapı Sarayı’na gitmek, İlber hocayı tanıştırmak, onlarla biraz sohbet etmek…
D.K. Kaç senedir devam ediyor?
G.K. Beşiktaş’taki Bahçeşehir Üniversitesi 3 senedir. Ondan önce, İstanbul Üniversitesi, Işık Üniversitesi gibi çeşitli üniversitelerde ya mühendislere ya da İletişim Fakültesindeki gençlere sanattan bir yaprak, bir parça onlara sunmak üzere, genel kültür dersleri verdim.
D.K. Sabah uyanıyordun, gözlerini kapatıp, kahvaltıyı düşünüyordun. Sonra ne oluyordu?
G.K. Kalkıyorum, yüzümü yıkıyorum. Hemen o suyumu içip, ilaçlarımı alıyorum. Benim çok az tiroidim var. Başka sorunum yok. Her altı ayda bir hem tiroid için hem de genel check-up yaptırıyorum. Kolesterolüm, kan değerlerim falan. İnsan korkuyor. Genetik olarak hiç bir şeyim yok. Babam diş hekimiydi ve 87 yaşına kadar muayenehanesine gitti. Günde üç paket sigara içerdi. Kanser de olmadı, by pass da olmadı. Artık eskidi ve veda etti. Genetik olarak hiç bir rahatsızlığımız yok aile olarak ama bu kadar uykusuz, bu kadar stresli ki stresi olumsuz anlamda söylemiyorum…
D.K. İş yoğunluğu.
G.K. Evet, iş yoğunluğu. Stres de insana mutluluk veriyor. İnsanı ayakta tutuyor. Heyecan. Benim stresim heyecan diyelim. Ben onunla, stresi karıştırıyorum. Devamlı kalp çarpıntısı ve heyecan içerisindeyim. “Oldu mu? Oluyor mu? O proje, bu proje. Oraya gideceğim, şu kişilerle konuşacağım” falan. Devamlı böyle bir heyecan içinde yaşamak insanı dinç tutuyor. Ama çok mutlu olduğum zaman da, çikolata, sufle yemek, profiterol yemek istiyorum.
D.K. İnsan genelde üzüntülü olunca yer bunları.
G.K. Ben mutlu olunca yiyorum. İşte bunları yemeği bıraktığım anda, kilo vermem çok kolay. Ama, ben tatlıya hayır demiyorum. Meselâ, benim ekmek alışkanlığım yok. Tatlı alışkanlığım var. Babam, , hayatı boyunca hekim olmasına rağmen tatlıyla beslendi. Son on sene içinde cepleri şeker doluydu. Devamlı karamelli şeker yerdi. Baklava, tahin helvasına hayrandı. Adamcağızın şekeri bile çıkmadı. Bazı şeyler bünyeye bağlı. Ben babama çekmişim, tatlı seviyorum.
D.K. Şeker seven babanın, şeker seven kızı. Ama çaya, kahveye kesinlikle şeker atmam.
G.K. Kızın nasıl? O da tatlıyı seviyor.
D.K. Üç nesil tatlı seviyorsunuz.
G.K. Evet. Annem senin gibi, incecik bir hatundur. 80 yaşında. Dün akşam buradaydı. Çok ağır yemek yer. Üç öğünü dolu dolu yer. Ekmeyi bolcana yer. Makarna ile bile ekmek yer. Sebzesi, salatası mutlaka vardır. Çorbası muhakkak vardır. Tek başına olmasına rağmen. Annemin sağlığı çok iyi. Fazla kilosu yok.
D.K. Genetik olarak çok şanslı.
G.K. Evet.
D.K. Kız kardeşin var mı?
G.K. İki tane. İki kardeşim de yemeği seven tipler. Bir kız kardeşim var. Modacı. Bir de diş hekimi ablam var. Onun eşi de, oğlu da diş hekimi. Babamla birlikte üç nesil diş hekimi. Onlar karı-koca sağlıklarına çok düşkünler.
D.K. Oh!
G.K. Çay içilecek, kahvaltı edilecek saatler, yürüyüş saatleri, bisiklete binme saatleri. İkisi de altmış yaş civarında. Düşünebiliyor musun?
D.K. Ben de böyleyim ama…
G.K. Sana anlatamam titizliği.
D.K. Ben anlıyorum.
G.K. Hayatları boyunca hem seyahat ediyorlar, hem de muayenehane var. Artık biraz rahat yaşıyorlar. Ekmeğin o bir parçası, ne kadar ağızlarına girecek? onun bile hesabını yapıyorlar. Şekerin, sebzenin hesabını yapıyorlar.
D.K. Sana komik mi geliyor?
G.K. Evet, çok komik geliyor. Nasıl dalga geçiyorum… Benim için mümkün değil böyle olması. Meselâ, “Cumartesi buluşalım” diyorum. “Ama şekerim, biz o gün Belgrat Ormanı’na gedeceğiz” diyorlar. “Gitmeyin o gün” dediğimde, “olur mu Günseli? Bizim bir programımız var” diyorlar. Eşinin Pazar günü bisiklete binme saati var. Cumartesi, Beykoz’dan Üsküdar’a kadar gidip, oradan vapurla karşıya geçip, Bebek’te bir kahve içip, tekrar geriye dönme, sonra da bisiklete binme falan… Onların o hayatlarına bakıp, nefes alamıyorum.
D.K. Bunlar sana ne hissettiriyor diye soracaktım. Nefes alamıyorsun.
G.K. Hayır, nefes alamıyorum.